Ne vakit yolum küçük kasabalara düşse; dar sokakların iki tarafında pencere ve kapıları birbirine bakan tek katlı, yıkılmaya yüz tutmuş eski evler hep dikkatimi çekmiştir. Adeta, içkonuşmanın dışa vurumunu andıran bu barınaklarda neler yaşandı kim bilir? diye düşünürüm. Kiminin penceresinde yaşlı bir teyze oturmuş dantel örüyordur, kiminin perdeleri kapatılıp kapısına kilit vurulmuş, kimsenin uğramadığı bir tenhalığı yaşayıp durmaktadır!.. Günümüz modern evlerinin rahatlığı, konforu insan düzenini ötelemekte, korunamayan kimi eski evler zaman içinde yok olup gitmektedir. Büyük şehirlerin gökdelen gibi yükselen evleri başımızı döndürürken, kasabalarda yaşayanların tükenen ekonomik kaynaklar yüzünden geleneksel hale gelmiş zorunlu göçleri yüreklerinde birer onur kırıntısıdır. Oysa ki; komşuluğun en samimi, candan yaşandığı dönemlerine tanıktır eski evler… Çat kapı girilen o günlerin, ne yazık ki bugün birey ve toplum olarak çok uzağındayız. Uygarlaşma yönünde ne denli ilerlemişsek, komşuluk ilişkilerinde de o denli yabancılaşıyoruz. Bu yabancılaşma, salt toplum olarak değil, eş, dost akraba ilişkilerinde de hissedilmektedir.
Bir çok siyasi ve asimilasyon politikaları yüzünden isimleri değişen şehirler, ilçeler bir kültür soykırımıdır. Sunî gündem oluşturmaktan öte gitmeyen bu toprak kimliği, ülkemiz ve insanlık adına bir kayıptır. Kızılderili reisi Seattle, “İnsanlar denizin dalgaları gibi gelir giderler” diyor. Kasabaların değişmeyen kaderidir bu; şartlı tahliyeye benzer yılların düzdüğü sınırları bir pencereden akıtması.
Gelişen çağla birlikte yaşam şeklimiz de değişime uğramakta. Aile bağlarımız, sorumluluk duygumuz yok olup gitmekte. Aynı evi paylaşıp ancak yemek saatlerinde bir araya gelen aileler sessizliğin fısıltılarını oluşturuyor. İşten dönen eşini, ya da okuldan gelen çocuğunu pencerede bekleyen bir kadına pek sık rastlamıyoruz artık. Zira bilgisayarlarımız, akıllı telefonlarımız; en yakın komşularımız olup çıktı!.. Ayrı odalarda gülüp, ayrı odalarda dertleşiyor, hatta bilgisayarda kavga ediyoruz. Pencere kenarında oturup gelenin yolu beklenmiyor. Diziler, yarışmalar hak getire!.. Bahçedeki, çevremizdeki ağaçların adını, çiçeklerin rengini unutur olduk.
Elbette uygar bir toplum olmak, modern çağın getirdiği yeniliklerden faydalanmak gerek. Gerilemiş bir toplum soyluluğunu yitirir. Coğrafyasını, aydınlığını, genç kuşağının yükselişini daraltır… İnsanoğlunun acıdığı yarayı söke söke kanatması, geçirdiği evrelerin tekrar tekrar denenmesindendir. Yoksa küçük kasabalardaki eski evlerin modern şehirleşmeye karşın, bir ayıba dönüşmesi kaçınılmaz bir sondur.
Göçlerin, yaşam koşullarının zorlaşan konduluğu mu demeliyiz buna? Ayak uyduramadığımız yenilikler ağır tekerlekler gibi çeker bizi. O hengame arasında gönül muhabbetleri de unutulur gider. Dönemin ortak özelliğidir ilişkilerde ki olgunluk. Tarihe katkıda bulunmak isterken batıda itibar gören kültürümüz, halkın bütünlüğünü ne denli korumuştur? Bir çok sanatçının, şairin doğup büyüdüğü kasabalar yaşamda önemli bir yer tutar. Örneğin Rüştü Onur; eşi Mediha’ya yazdığı bir mektupta, “Karabük’e gelmekliğime hiç imkân yok Mediha. Çünkü burada doğdum, büyüdüm, buranın havasına suyuna alıştım. Her şey kadar bu fabrikalar şehrinin de ben de hakkı var. Burada herkesten uzak yaşayacağız. Anamdan, babalarımızdan, akrabalarımızdan bile.” diyecek kadar yaşadığı yere vefa borcu olduğunu düşünmesi ne denli övünç vericidir. Fakat bazen gitmek kaçınılmazdır!.. İstemeye istemeye de olsa. Terk ediyoruz yaşadığımız mekanları, kasabaları. O yüzden evlerimiz bir hüzne alışmış… O yüzden penceresiz!..
Çocukluğumda oturduğumuz mahallede komşumuz olan bir Aliye teyze vardı. Her gün pencere önündeki sedire oturup tepsiye boşalttığı pirinçlerin taşını ayıklar, gelip geçen komşu kadınlarla sohbet ederdi. Oğlu Osman ağabey akşamları iş dönüşü sokağın başına gelince, cebinden flütünü çıkarıp üfleyerek girerdi eve. Bense hayranlıkla onu izlerdim… Bugün geçtiğim kasabalarda terk edilen evleri gördükçe, insan olarak ne çok şey kaybettiğimizi düşünür oldum. Tütmeyen bacalar göğe doğru uzayıp gitmede. Ara sıra önünden geçen insanların merak ve sorgulayan bakışlarına çarpan evler kim bilir hangi anının peşindedir? Bayramlarda, düğünlerde kimleri ağırlamış, kaç geline yuva olmuştur. Hep bir odadan bir odaya taşınan yaşanmış anılar. Daha önce kapılar kaç kez hızla açılmış, kaç kez bir çocuk koşarak arkadaşları ile oyun oynamaya çıkmıştır sokağa.
İnsan çok zaman sonra; yaşı ilerledikçe farkına varıyor terk edilen evlerin köhne yalnızlığını? Zira yaşlılık da; bir yerde yalnızlık demektir. Çocukluğumuzdan gençliğimize denk, belki yaşlandığımız yıllara kadar geceden gündüze devrilen zaman. Sevdiklerimizle barındığımız evlerin odalardan kaybolan seslerini hatmediyor kimimiz. Kah ağlayıp, kah gülen yüzleri, “annemdi, babamdı” diyoruz. Duvarda asılı duran paltolar, kapının önünde büyük küçük ayakkabıların kalabalığı… Nereye kaybolmuştur acaba? Ocak başlarında, sobalarda yanan ateş evin en sıcak köşesiydi. Yaşam şeklimiz, dostlarımız da yer değişti. Sanallaşıyoruz!..
Evlerin perdeleri kapanmaya başlayınca, sesimiz de bir yerde kırılmaya başlar. Sıcaklığını yitiren evlerin ruhları da kaybolur gider… Çünkü her köşesine yerleşen sırlar; sahipleri gidince üstü açık kalır. Kapıda bir gölge, pencerede gökyüzünü göremeyen, alışık olunmayan zamanlar birikir... Nitekim; bir süre sonra insanlar da başka zamanları kurtuluş gibi görür... Çağın getirdiği yenilikler; toplumun yaşam şekli derken çıraklıktan ustalığa yükselen yoksunluğumuz artar… Gökdelenler inşa edip anısı olmayan evler dikiliyor bugün. “Anısı olmayan” diyorum; çünkü maneviyatımız çalınıyor. Çoğumuzun mutluluk diye benimsediği hafife alınmış uzaklık, aynı evin içinde gittikçe yabancılaşan bireylerin yükümlü kıldığı mecburiyet bir anlamda sevgisizliğin sefaletidir!.. Rüştü Onur, “Bir karım bir de çocuğum olsa/ Ve birde başımı sokacak/ Minnacık evim.” der. Gencecik yaşında ev sahibi olabilmenin düşünü, yine sevdiği kadınla bütünlemiş. Anılarıyla yaşlanan, boyası dökülmüş evlerin gecikmiş yağmurlarına duran, hep biri gelecek umuduyla bekleşen yaşlılarımız!.. Anlarız ki; sandıklara kilitlenen, ömür kadar kısa kalan; gerideki gençliktir.
Her sokağın, her mahallenin ayrı bir görünüşü vardır ya; evlerinde kendine has özel bir kokusu vardır. İçinde yaşayan insanlardan aldığı kokudur bu. Yine Rüştü Onur, “Kenar Dilberi” adlı hikâyesinde, “Garip bir mahalledir bu. Ne evleri bu fabrikalar şehrinin için arı kovanı gibi tıklım tıklım dolu olan evlerine benzer. Ne bahçeleri bahçelerine. Bu evler tek katlı ve toprak sıvalıdır. Tahta kafesli ve ancak bir insan sığabilecek pencerelerinden güneşin kırılarak girdiği odalarda bütün gün toprak kokar. Ve bilmem kaç aylık çocuk anasının suya gittiği bir saatte bu odalarda duvardan kopardığı toprak kırıntılarını yer.” demesinde yalın bir ifade ve gerçeklik vardır. Barındığımız sığınak kovmaz bizi. Zihnimizin, beden sağlığımızın dinlendiği tek yer!..
Kentleri, şehirleri, köyleri güzelleştiren bu mekânların zaman içerisinde insan ömrü gibi eski bir örtüye sarınmasına “devrilen saray” da denebilir!.. Oturulan odalardan, yemek yenen köşelerden kesilen ayak sesleri; kapının mühürlenmesi, artık bir mevsimin daha bittiğini söyler bize. Oysa içinde yaşarken o hiç önemsemediğimiz eşyalar, hastalandığımızda, ağlayıp güldüğümüzde duvarlara sessizce yerleşen anılar. Çoğumuzun fısıldamaya korktuğu günahlar!.. Ne kadar biçimlendirebiliriz masumiyetimizi?
O evler ki soğuk yorgun günlerin, gecelerin ölü evleri… Bir yanda büyüleyici, şaşalı bir düzenin ihtiraslı, hırslı ev sahipleri, bir yanda kapının çalınmasını bekleyen ıslığından başka sesi olmayan evler… Fukara tezgâhlarının önünden geçen kostümlü provalı hayatlar: Uygar bir toplum olmaya çabalarken, emeği çalan bir devrimden söz edilir. İşte ihtiyacımız olan cesaret bir evin kapısına kadar. Dünyaya, yaşadığı topluma anlam veren de insandır. Neden “penceresiz evler “ diye düşünecek olursak, insanın yolculuğu kendi içine, kendi evinden başlar. Düzeni, güveni esasen düşünce gücünden alır. Hiçbir eve gömemezsiniz özgürlüğünü!.. Evleri şiirle giydiren; biçim ve temalarla işleyen yine insandır. Tutabildiğimiz, sanatın içinde kurduğumuz bağlar misafirdir bize!.. Kayda geçmeyen vaat edemediğimiz sarılma isteği özümüz değil de nedir? Şu bir gerçek ki sanatı omuzlayan yürekli insanların ayak sesindedir şiir… Ayaklarımızın olduğunu belki bir şiir öğretir bize.
Evimizin kapısını çaldığımızda ilk gözümüze değen yine annemizin o gülen yüzüdür. Babadan çok soluğunu yanaklarımızda hissettiğimiz, herkesten çok bize fetihler hazırlayan onurlu kadın… Bahçe kapısından tutun da bütün odaların, eşyaların ve perdelerin üzerine serilen onun sesidir. Ya çocuklar? Tek yüzlü evlerin azınlık şiiridir onlar… Şefkatin sarmaladığı kendi rolünü seyircisiz sahneleyen, elindeki tek silahı büyümek olan geleceğin gladyatörleri. Kovalamayı başlatan küçük düşlerin kıvrak çığlıkları caddeye, mahalleye taştığında kimi evlerin merdivenlerinde mutsuzluk, huzursuzluk uykusundan uyanır!..
Güneşin uğradığı balkonlar gölgenin kendini oradan oraya atmasını seyrededursun, yüzü olmayanlarımız galip gelmiş bir dövüşçü gibi günü temize çekmeye çalışır. Tanışık zafer hikâyeleriyle avunur. O nedenle sandığa kaldırılır evlerin kat kat giyinmiş acıları. Odaların, eşyaların, günah ya da sevapların suç ortağı gözler!.. Anlatabilir miyiz içimizi kurutanı? Ölüm denen yabancıyı? Kapı tokmaklarına uzanan eller kapı ardındaki sese toplanır. Kaç vakitsizlikten büyür pişmanlık? Misafir gibi ağırlanır başköşede. Geleneklerimizin unutulduğu, artık ağaçlarla konuştuğumuz ve hatta konuşmak için ağaç bile bulamadığımız zamanların ressamıyız... Ormanı bırakıp giden suçlu ise, yaprağı dalına kim yasaklar? Ölünce uzlaşamayız.
Nedense evlerin içinden çok dış görüntüsü belli eder kimliğimizi. Yaşamın kırık merdivenlerini onarmak hiç de kolay değildir. Kapının önünde kalınca anlarız bir sesin varlığını. Yakınlarımız terk edince nasıl yalnızlaşırsak; evler de içinde yaşayanlar tarafından terk edilince ıssızlaşır. Küstüm çiçekleri yetişir bahçelerde. Yatak açılmayan odalar karanlığa bürünür. Her ev kendi kaderini yaşar.