Uzun süredir sabahın bu erken saatlerinde uyanmaya alışık değildim. Dünden kalma yol yorgunluğum henüz bırakmamıştı bedenimi. Uyku mahmurluğu ile yatağın içinde, gitmeleri başlatan fırtınaları düşünüyordum. Tavana diktiğim gözlerimi, gözyaşımla ıslatmadan bir geceyi sonlandırmıştım işte. Bir süre sonra tavandaki tahta süslemeli oyma, ilk kez bu denli güzel göründü gözüme. Yalnızlığın kendisi o kadar çoğalmıştı ki… Artık bütün kapılar açıktı!..
Evin avlusundan gelen horoz sesleri kaplamıştı birden odamı. Ahırda kapalı kalan tay yavrusunu düşününce, köyün çıkışındaki dereye düşüp ayağı kırılan atın son bir gayretle nasıl doğrulmaya çalıştığını anımsadım. İçim burkulmuştu çaresizliğine ve bir kurşun belirlemişti kaderini.“Anlatma bana atları!..Yüreğim kaldırmıyor düşündükçe vurulup/ Vurulup yerde yattıklarını”. M. Cevdet Anday’ı n bu dizeleri geliverdi dilimin ucuna. Ve bir kez daha anlamıştım, elsiz kolsuz kalmanın getireceği sonu... Ölüm göçlerini oy!..
Birden usuma çok uzun yıllar öncesinin bir sabahı gelip ayaklandırmıştı anılarımı. İkimizin de çocuk yaşta olduğumuz o yıllar: Saman taşıyan arabaların teker seslerini hâlâ duyar gibiydim. Koyunların boyunlarında ki çıngırak seslerini, harmanda düven süren köy gençlerini. Nedendi bunca yıldan sonra bu köyü görmek isteyişim? Farkında olmadan büyüdüğümüz bu köyde bıraktığımız çocukluk… Neredeydi? Vişne kokulu ellerinle yüzümü tutup öpüşün... Paylaştığımız küslük zamanlar. Hey!..
Nasıl bir sabahtı o? Nasıl bir feryat? Gün henüz ışımamıştı bile. Biz; dört kardeş ne olduğunu anlamadan uyandırılmıştık uykumuzdan. Annem, evdeki herkes ağlaşıyor, hep bir ağızdan ağıt yakıyorlardı. Çok geçmeden de bütün köy halkı bizim evde toplanmıştı. Bu ateş ne zaman gömülmüştü ocağa? Ne zaman susmuştu her şey? Küllerin arasındaki köz… Bu acı; soluğu muydu ölümün?
Senin köyün kadar uzaktı sanki sabah. Dağ dorukları karlıydı. Kendini aldattığın dört duvar... Bu kan lekesi günler. Sürer bu eyvah-ların… Uzanma sulara hoş değil vakitler. Yaşanmış acının ellerini tutabilir misin? Ya bu alazı? İçimde öpemediğim sevginin şafak yolcuları. Birikmiş yağmurlar. Hadi bir gülle karşıla öfkemi!.. Şu yarım merhameti al çığlığımdan...
Ne zaman büyüdük? Ne zaman bıraktık türküleri ? Ya bu tarlaya katılan dağlar… Ne çocuklar koşardı şekerle ıslanmış memeye. Beşiklerinde sarı bir açlık. Eskiden yüzünü örterdim öksüzlüğün, dokunurdum kundaklara. Hüzünle büyüttüğüm çiçekler kurumuş. O yanardağ kopkoyu bir gece şimdi. Başla tutuşan yerlerimden. Hadi geç!.. Bütün alevleri söndür içimde.
Sen ve bu köyde ki anılar: Dönüp duruyorsunuz etrafımda. Yine o sabaha gitmişti usum gölgeleri aralayıp.“Çocukları pencereden uzak tutun” diyordu bir ses. “Görmesinler!..” Odadaki herkes kendi aralarında bir şeyler konuşuyordu. O çocuk aklımla yerimden fırlarcasına kalkmıştım. Sedirde oturan kadınların arasından geçip pencereye yanaştım bir anda. Hava yeni aydınlanıyordu... Bostan gözlerimin önündeydi. Gördüğüm ise çocuk aklımı perişan etmişti. Ellerim pencerenin tahta pervazında; dedem, boynunda bir ip, başı yana hafifçe düşmüş, ayakları yere kadar uzamış bir halde öylece duruyordu. İpin diğer ucu ise üzüm asmasına bağlı idi. Kalakalmıştım!.. Öylece bakıyordum dedemin artık o gülmeyen yüzüne... Neden diyordum? Neden?
Sevginin yüzü bir harman sabahı göçe hazırlanmıştı. Derelerde gazel yaprakları!.. Avludaki ahlat ağacı... Arka Dağ’da tahterevalli, Yama Tarla’da kirazlar. Hepsi dedemin yaşamına, emeğine tanıktı. Gözlerimi dedemin bu halinden alamıyordum. Bir fırtına basmıştı yüreğimi birden. Çığlık düşmüştü her yana… Kadının biri “gece sabaha karşı kendini asmış” diyordu. Ben içimdeki feryada sarılıyordum… Korkuyordum!..
Her çocuğun bir bayramı vardı eskiden. Yırtık ayakkabıları. Basmadan bir elbise. Düşlerini çaldılar sonra. Giderayak bir darağacı!.. Şehirler yağmalanıyor. Yüzünü dönse gurbet... Ben o bayramları hiç görmedim bir daha. Sen görmedin saçlarını yıkayan kadını. Dağları bağıra bağıra ağlayamadık.
Masallarımın en güzel kahramanıydın. Sevip sarmaladım. Zümrüdü Anka Kuşu gibi uçtun yükseklere. Kaval sesi rüzgâr bekliyor. Çoban yıldızı yurdunu. Bir baston eşikte yorgun. Camlardan sarkıp yalnızlaşan bir gülüş. Türküyle ısıtıyorum anılarını!.. O çok sevdiğin türkü. “hastane önünde incir ağacı, doktor bulamadı bana ilacı”. İki göz arasında ezbersin. Halka şekeri taşıdığın köy deprem. Tepeler harman yeli… Kirazlar, çamlar. Bırakıp gidenler mi çoğaldı? Eksiliyordum her geçen gün. Anladım!.. Babamdı bayramlar.
Kıtlık girmiş şehirlerinden geçtim sen yokken. Sensiz çığlığa bandım uykumu. Ne çok yıldız yağdı gök. Karanlık öldürdü sesimizi… Süpürdü deprem: Gök gürlemeleri bir yanda adımlayıp durdum sokağını. O tahta ev!.. Perdeleri günlerdir kapalı. Saçaklarına yağmur dolmuş. Dudaklarım kan içinde. Lacivert gömleğini dikmekte o tanıdık terzi. Yakasında sevdiğin afilli rozet...
Sinemada isyan çıkaran kuşların filmini kaç kez izledik. Kırlangıçlar havalanıyor yüreğimden her seferinde. Şimdi her şey sen-dir… Yatır ateşine çıplak göğsümü. Kurak bir mayıs alnında ter basan çizgiler… Ben diyebilir misin?
Kendini cezalandıran bir yürek duruyordu ipte. Her yanı sisle kaplanmış bostan. Ölüm ekmişti güz!.. Her çarşıya gittiğinde bana şeker getiren, “üzüm gözlü kızım” diye seven adam, kendini üzüm asmasına asmıştı. Harman sonu yangınları… Ah bu ölüm!.. Kendi kendine mi gelmişti?
Yanaklarımda buz gibi bir sabah. Konuşmalıydım… Sen de böyle sevmiş miydin beni? Yağmur indiği toprakta ıslanır. Göz ucumda bir istasyon feneri. Islığını susma trenler geçerken... Yolların sonunda bekleyen olmalı. Kimliğin akşamı ısıtmalı bir çocuğun gözlerinde. Bir kadın yeniden sevdalanmalı!..
Bu köyü unutmuş muydu karanlık yüzlü adamlar? Eşkıya gibi yol kesenler. Omzunda taşıdığın heybede selamlar götür. Alıp vur köprülere sesimi… Her sevda yalanla başlar. Yüzünde savrulur gelgitler. Bir köşe başıdır ayrılık!.. Hiç yorulma… Dünden vazgeçti bu yürek. Hangi çığlık susmaz ki?
Anılar gittikçe hapsoluyordu odama. Duvarda gri bir palto, masanın üzerinde ise, uzun zincirleri olan, eski bir cep saati duruyordu. Doğduğum bu ev şimdi bana yabancı gibiydi. Akşam; evin merdivenlerini çıkarken, bostana açılan kapının kalın bir halatla bağlanmış olduğunu görmüştüm. Evin yeni sahibi olan kadın, çoktan sacın üzerinde ekmeği pişirmiş olmalıydı. Kalkmamak için kendimle inatlaşıyordum. Gözlerimi tavanda idare lambasının çıkardığı isten oluşan kara gölgelere, tahta oymalara dikmiştim yine... İçimde birikeni paylaşmak istiyordum artık.
Bir intihardı!.. Dedem… Gözlerimde şimşekler çakıyordu, acılıydı uzun havalar. Çok geçmeden jandarmalar gelmiş, biz görmeden de alıp götürmüşlerdi. Son yolculuk: Son veda!.. Ağılda kuzu, kilerde tavşanlar. Hey sesimi bileyen acı!.. Kim vurur çığlığımı. Ölüm; kaç yüreği birden yaktı. Seni bağırsam kurda kuşa, bağlasam gözlerimi kör etsem. Koynumda serinletsem dağları. Ey yüzümü kesen rüzgâr. Dilimin kimsesiz sözü. Havada kalan bıçak!.. Heey…
Yıl dediğimiz neydi? Akşamdan sabaha. Usanıp yorduğumuz ömür… Eski heybetini kaybetmiş kabuklarını döküp yaşlanan çam. Evin önündeki dut ağaçları ise, sararan yapraklarını artık dalında tutamıyordu. Yağmur yağdıkça yeşeren çimen kurumaya yüz tutmuş, güzün son günlerini iyice hissettiriyordu. Bahar hangi bakışlardaydı kim bilir? Ben hâlâ yatağımda, sessizliğimi, anıları dinliyor, yenemediğim ayrılıkları susuyordum.
“İnsan yaşadığı yere benzermiş”. Zamanla kendimi yerleştiğimiz kasabadaki insanlardan biri olarak görmeye başlamıştım. Alışmıştım gurbetin sahipsiz kalabalığına. Her sabah, dumanlı bir gökyüzüne doğarken görmeye güneşi. Sürekli göç eden kırlangıçlara benzetiyordum kendimi. Yuvası bozulan kuşlara. Sana kaçsam!.. İçimde tutamadığım düşler soyunuyor. Aynalara bakamıyorum… Bir göz gelip beni vuruyor!..
Yıllar önce ayrıldığım bu köyden anılarımı taşımıştım kasabaya. Sen ise başka bir şehrin sokaklarında kaybolup gitmiştin. Alışkın olmadığımız yüzler, bizi ezen bakışlar altında geçen, avuçlarımızı nasırlaştıran zaman. De ki; ayrılık bir Kerbelâ!..
Kendimi kalkmak için zorladıkça bir el tutuyordu beni. Yavaşça doğrulup ayağıma terliklerimi giydim ve kapıyı açıp, seninle oyun oynadığımız çardağa çıktım. Salıncak kurup sallandığımız yerde toplanan mısırlar yığılıydı. Her zaman saklandığımız bir köşe bulurduk kendimize bu evde oynarken. Geçen zamana rağmen hiç değişmemişti eşyalar. Ve çardaktaki üzüm pekmezlerini doldurdukları çömlekler. Dedemin tütün koyduğu dolabı kilitliydi yine!.. An-lara sığdırılan neydi?
Birden aklıma Kavalcı Amca geldi. Acaba ona ne olmuştu? Akşam olunca köyün yamacındaki “Gıran” dediğimiz yola dikerdik gözlerimizi. Tarladan dönen Kavalcı Amca köye yaklaşırken kavalını üflemeye başlar ve köy kaval sesi ile çınlardı. Avluya çıkıp beklerdik... Ama o her defasında köyün içine girmeden, kavalı saklar, bize göstermezdi. Oysa aklımız hep kavalda, neye benzediğini, nasıl üflediğinin merakındaydık. Soluğumuzu tutunca, bir uzun havaya heveslenirdi dudaklarımız. O kavalı hiç göremedik ama, köyü çınlatan sesini de unutmadık.
Daha ağlamayacağım bu gök yanmasına. Hıdırlık Tepesi’nden insin şehrin gölgesi. Bir söğüt dibinde yutkunurum nefesimi. Azgın denizler uyansın!.. İstanbul’u gördüm Yeditepe’de. Haliç yorgun martıların kanadında... Vapur düdükleri kesiyor geceyi. Mavzerinden kopan bir kurşun Sarıyer. Artıyor içinde kaptanların liman özlemi. Duvarları olmayan yürekleri… Çekiyor o fırtına!.. Ağlamayacağım kaval sesine.
Düşündükçe kendimi, seni, bu köyü ve dedemi. Ölümle gelen göç şimdi bizim boynumuzda halkaydı. Ya yoksulluk!.. Gözlerde öpülmeden kuruyan yaşlar. Nasılsın acımı dağlayan bulut?
Haklıydı Rıfat Ilgaz. “Değiştirir insanlarını şehir” demekle. Artık yavaş yavaş anlıyordum beni bu köye getirenin ne olduğunu. Yüzleşmek!.. Ölümle yüzleşmek istemişti içimdeki ses... Çocuk aklımda kalan korkuyu, gecelerimi ve yıllarımı boğan ölümü gömmeliydim bir yerlere.
Aynı pencereye yanaştım ve dedemin kendini astığı üzüm asmasına baktım. Kocaman üzüm salkımları sarkıyordu yaprakların arasından. Güneş ışıkları üzerine vurmuştu. Serçe kuşları keyifli bir halde salkımları gagalıyordu. Karşıdan senin köyünün evleri görünüyordu. Geceleri çatıya çıkıp birbirimize fener ışığı ile işaret verdiğimiz günleri anımsadım. Bunun anlamını yalnızca ikimiz biliyorduk: Gülümsedim!..
Ilık bir duygu yayıldı yüzüme birden. Derin iç çekişimle birlikte ellerimi birbirine kenetledim. Artık seni nerede bulacağımı biliyordum. Mümkündü ayrılığı güzelleştirmek. Bu sürgün… Bağ bozumu değil!.. Yanağımı okşayan serçelerin kırık kanatlarından haber ver. Bir fırtına ile kestin çınarlarımı. Senin mavilerinde yummam gözümü… Kal desen de:
O giydiğin çöl kasırgasına. Başakları kurumuş tarlaya başlamam yeniden… Bu zemheri geçecek yüreğim. Bu dağın dumanı bitecek!.. Üşürüm en fazla bahara kadar. Sen gelecek günden haber ver...